TURAN TANYER

“Karpiç’i bir okul olarak kabul edebilirsin. Bir işletmecilik okulu.”

5. bölüm konuğumuz Turan Tanyer. Çocukluk yıllarından beri Ankara’nın hafızasında izi olan yazar Tanyer, efsane Karpiç Lokantası’ndan kentin tanıştırdığı kültür, sanat ve fikir insanı dostlarına, Cumhuriyet’in eğlence tarihine ışık tutan Ankara yıllarından The Beatles ile tanışmasına birçok alandan bahsetti.

 

Turan Tanyer kimdir?

İzlemek için

Dinlemek için

Okumak için

Ankara’nın tarihi Cumhuriyet’in tarihidir. Diğer kentlere medeniyet timsali olsun diye incelikle işlenen detaylarla doludur başkent. Görüntüsü, sesi, hatta kokusu bile genç bir uygarlığın hayalini çizer. Hal böyle olunca kentin mekanları da bina olmaktan çıkar, kültürel birer simgeye dönüşür. Ulus’tan Cinnah’a atılan her adımda bir ülkenin doğum sancıları yatar. Gören gözlere hazinedir. İşte Turan Tanyer, bu gören gözlerin en özellerinden. Gerçek bir Ankara entelektüeli. Mütevazı, çok bilgili… Çocukluk yıllarından beri Ankara’nın hafızasında izi var. Muhabirlik, kültür-sanat yazarlığı, avukatlık, memurluk derken büyüdüğü Ankara’nın neredeyse 70 yıllık tarihini hem anılarıyla hem de mikro tarih anlayışıyla biriktirdikleriyle anlatıyor bize. Gündelik yaşantıdan ünlü mekanlara, lokantalardan kentin tanıştırdığı kültür, sanat ve fikir insanları dostlarına kadar neredeyse her konuda sohbet ediyoruz. Sanki Ankara’nın sokaklarına dalıp çıkıyoruz.

Tanyer, başta Taş Mektep kitabı olmak üzere çeşitli çalışmalarıyla Ankara’nın siyasetten edebiyata, şehircilikten mimariye, tiyatrodan spora her bir köşesine dikkat çekiyor. Hemen bir de müjde verelim; Turan Tanyer bize, yani Anason İşleri Kitapları’na bir dönem Ankara’da sadece eğlence hayatının değil siyasetin ve diplomasinin de kalbinin attığı efsane Karpiç Restoran’la ilgili eşine az rastlanır bir kitap hazırlıyor. Tanyer bize tarih anlayışını açıklarken sözü Walter Benjamin’e getiriyor: “Biliyorsunuz, Benjamin geçmişine çok gider gelir. Çocukluk günleri, gençlik yılları falan. Güzel bir şey de bu. Çok öğreticidir.” Benjamin ilkokuldayken tarih kitaplarında büyük puntolarla büyük olaylar ve insanlar anlatılırmış. Savaşlar, imparatorlar, siyasi anlaşmalar, krallar. Küçük puntolarla ise sıradan insanların hikayeleri varmış. Örf ve adetler, yaşama biçimleri, caddeler, sokaklar, binalar… Benjamin’in asıl ilgisini çekense o küçük puntolu yerlerde anlatılanlarmış. Turan Tanyer de bunu anlattıktan sonra ekliyor:

“Bunu okuduktan sonra ben de ne yapmak istediğimi anladım bir yaştan sonra.”

Küçük puntolara odaklanmayı keyifli kılan bir çocukluğa sahip olmuş Turan Tanyer. Babası Doğan Tanyer’in Ankara’da dönemin birçok ünlü edebiyatçı ve fikir insanıyla dostluğu varmış. Evlerine sıkça konuk olan bu kişileri tanıyarak büyüyen Tanyer, misafirlerini şöyle anlatıyor:

“Kimler gelip kimler geçti? Hani şarkı adı gibi, bakanlar gelip giderdi mesela. Tarım Bakanı Turhan Bey vardı, Halk Partili Turhan Şahin. O geldi, yemek yemeye gelmişlerdi bizim eve.

Annem çünkü çok güzel yemek yapardı ve Türk yemekleri yapılırdı. Bilenler de bize gelirdi. Ondan sonra Bülent Ecevit ve Rahşan Hanım geldi, Çalışma Bakanıydı o zaman hatta…” Öte yandan henüz Ankara’ya taşınmadan önceki yıllarında Tanyer’in annesi Muzaffer Hanım da Rıfat Ilgaz ile birlikte Karagümrük Ortaokulu’nda öğretmenlik yapmış. Karagümrük Ortaokulu’nun Türkçe öğretmeni Rıfat Ilgaz’ı çok iyi hatırladığını söyleyen Tanyer, annesinden dinlediği anılar ışığında Hababam Sınıfı’nın esin kaynaklarını anlatıyor.

“(…) Rıfat hocanın Hababam Sınıfı’ndaki karakterleri hakiki karakterler. Tabii romandakinden söz ediyorum. O uydurma filmdekinden değil. Oradaki o Domdom Ali, bazı öğretmenler, örneğin Piyale İhsan. İhsan Bey vardır, edebiyat öğretmenidir orada. Böyle gelip minderiyle oturur, uyuklamaya başlar. Öyle bir edebiyat öğretmeni. (…) Meşhur Badi Ekrem aynı zamanda Ankara’da Taş Mektebin beden eğitimi öğretmenidir. Sonra Karagümrük Ortaokulu’nda beden eğitimi öğretmeni olmuştur. Filmde de Şener Şen canlandırır onu. Badi Ekrem ünlü Altınordu futbol takımının da santraforudur. O meşhur İttihatçıların takımı vardır ya, onun santraforudur. Karagümrük Ortaokulu’ndan bazı öğrenci tipleri de var, hikayelerinin çoğu oradan zaten.”

Ardından Kızılırmak Caddesi’ndeki İrengün Apartmanı’na taşınmalarıyla başlamış Ankara yılları. Turan Tanyer o zamanlar henüz ilkokulda. Komşuları ise genellikle Ankara’nın kültür-sanat, akademi, siyaset camialarının ünlü simalarındanmış. Örneğin o yıllardan aklında kalanlarla ünlü felsefeci Nusret Hızır’ı “biraz derbeder, filozof, neşeli, hiçbir zaman için yüzü asık değil, hep gülen bir adam” diye anlatıyor. Yaşar Başaran, Talat Aydemir, Bülent Ecevit gibi isimlerin evlerine akşam oturmasına geldiğinden, Hasan Reşit Tankut’un kocaman bahçeli evinden, büyükelçi Kenan Tepedelen ile çocukluk arkadaşlığından bahsetmeyi de ihmal etmiyor. Önce müzikle tanışmış, sonra sinemaya aşık olmuş.
Kültür-sanat dünyasıyla iç içe hayatı babasının Kocabeyoğlu Pasajı’ndan İrengün Apartmanı’ndaki daireye getirdiği pikapla başlamış. Arkadaşı Avni Baclıoğlu’nun müzik aletleri satan dükkanından almış baba Tanyer ilk pikabı. Kocaman kutulu, hoparlörlü, yepyeni bir Philips pikap ile çıkagelmiş bir gün eve. Sonra ver elini Frank Sinatra’lar, Verdi Orkestrası klasikleri… Ancak içlerinden biri var ki “dünyamı değiştirdi” diyor Tanyer bu genç adam için. İsmi Elvis Presley. 

Sonralarda hem hayranı hem yazarı olacağı rock’n roll ile tanışması işte böyle gerçekleşmiş. Anne Tanyer ise tangocuymuş. İbrahim Özgür, Fehmi Ege, Necip Celal tangoları bolmuş evde. “Türk müziğinden neler vardı o zamanlar?” diye sorduğumuzda 78’lik plakları hatırlıyor Turan Tanyer. “Eski 78’likler de kalmıştı ama o zamanlar 78’lik plaklar da üretiliyordu hâlâ. Örneğin Erol Büyükburç’un Little Lucy’si, taş plağı vardı onun 78’lik. Ben çok çalardım onu, çok severdim o parçayı ben. Daha sonraki yıllarda, bu 62, 63’lü yıllarda babam bir sürü Zeki Müren plağıyla geldi mesela. Böyle acayip acayip fantezi şarkıların da bulunduğu işte ‘şoför kardeş’ falan diye başlayan böyle acayip şarkılar, o tür plak 45’likler de vardı. Grafson baskı bunlar, hatırlarım böyle sarı, yeşil, kırmızı falan renkli bir göbeği vardır onun.” 

Yine aynı yıllarda sinemayla tanışmış. Yedinci sanata olan sevgisi farklı meslekler yaptığı uzun yıllar boyunca hep devam etmiş. Hatta ömrünün bir bölümünde teptiği kocaman bir fırsat olarak da hafızasına kazınmış. “Sinemacı olamadım ama büyük bir sinemasever oldum.” diyor bu tutkulu ilgiden bahsederken. Öte yandan Turan Tanyer’in anlattığı Yenişehir sinemalarının hiçbiri şimdilerde ayakta değil. Çoğu 30’lu ve 40’lı yıllarda kurulmuş bu sinemaların. İlkokul yıllarında annesiyle beraber gittikleri Ulus Sineması Soysal Apartmanı’nın altındaymış, yıkılmış. Bir de Ankara Sineması’nı hatırlıyor, Sıhhiye’de. O da artık yok. Şu anda köklü sinema diye bildiğimiz tek tük birkaç Ankara sineması ancak 70’li yıllar itibariyle hayatımıza girmiş. Daha eski yıllardan ayakta bir sinema kalmamış maalesef.

Tanyer’in o yıllardan hatırladığı muhteşem filmlerin en unutulmazı Dean Martin ve Jerry Lewis’in beraber oynadığı Gençlik Rüyaları. Çocukken pek sevdiği komedi ve kovboy filmlerine olan ilgisi ise o yıllardan beri hala sürüyormuş. Sinemanın onun için her şey olmaya başladığı yıllardan başladığımız sohbet günümüze geliyor. “Hangi film olursa olsun izlerim, seçmem yoktur” diyor gerçek bir sinemasever gibi. 

1964 yılında baba Doğan Tanyer’in görevi nedeniyle iki yıllığına Almanya, Münih’e taşınmış Tanyer ailesi. Bu yıllarda da spora, özellikle de futbola ilgisi gelişmiş Turan Tanyer’in. O yıllarda futbol üzerinden ortaya çıkan arada kalmışlığını komik bir anısıyla anlatıyor. Tıpkı Kupa Galipleri Turnuvası, Şampiyonlar Ligi gibi o zaman Fuar Şehirleri Kupası varmış. Yurtdışından Barselona, Londra, Roma takımları, bizim ligimizden de en iyi dereceyi alan İzmir takımı gidiyormuş turnuvaya. “Genellikle Adnan Süvari’nin Göztepe’si olurdu birinci. Altay da iyiydi ama Adnan Süvari’nin Göztepe başkaydı” diyor Tanyer. Münih’te olduğu yıllarda bu turnuva kapsamında Göztepe ile 1860 Münih karşı karşıya gelmiş bir maçta. Önceki maç İzmir’de oynanmış, galibi de Göztepe. Hal böyle olunca maça gitmek farz olmuş hem Münihli hem Kuşadalı Turan Tanyer’e. 60 bin kişilik stadyum tıklım tıklım. Almanlar zaten pek meraklılarmış futbola, 1860 Münih de döneminin popüler takımlarından. “Bayern’in o zamanlar pek adı yoktu, 1860 daha tecrübeli takımdı” diyor Tanyer, ilgiyi oradan hesap ediyoruz. Başlıyor maçı anlatmaya…

“9-0 yav, inanılmaz bir hezimete uğradık. Şimdi bir şey de diyemiyorum… Kalbim yarı bir Türk olarak Göztepe’den yana, ki bir de ben Kuşadalıyım ya severim işte, Ege’nin insanları onlar, Ege’nin futbolcuları. Ama öbür tarafında 1860 Münihli’yim yani. Parçalandım ben o gün ruhen. Ruhum kırıldı. Yav penaltı oldu, Radi Radenkovic çekti. O da güle oynaya geldi, bir gol de o attı!”

Gurbette geçen iki yılın ardından Ankara’ya geri dönmüş Turan Tanyer. Bu sefer genç bir delikanlı olarak. Gittiği mekanlar, dostları, çevresi değişmiş. Gençliğinin Ankara’sında gördüklerini, hatırladıkları ve kişisel arşivinden çıkan belgelerle anlatırken, gençliğinde yaygın olan diskoteklerden açılıyor söz. Diskotek furyasının ilk örnekleri anlattıkları. İlk diskoteğin adı Diskobir, Ziya Gökalp’te açılmış. Sonra sırayla Gazanfer, Kulüp As, Disko 66… Bazılarının binası yıkılmış. Bazıları ise bambaşka binalar olarak kullanılıyor şimdi. Hatta pavyon olarak kullanılanı bile var arasında.  Tam da bu sırada “Ne diyorlar şimdilerde? ‘Night Club!’ Tabii değiştik, daha kibarlaştık” diyerek tiye alıyor inceden pavyonları. 

Sonra 1968’lere geliyor tarih. Modern Palas’ın altındaki Kulüp M’den, Viski Agogo’dan bahsediyor. Döneminin ünlü diskotekleri hepsi de. Çoğu bodrum kat, kömürlük gibi yerlerde. Hatta öyle patlak vermiş ki bu diskotek modası herkeste bir işyerini, kömürlüğünü, bodrumunu eğlence mekanına yahut pasaja dönüştürme heyecanı almış yürümüş. “Bir değişim, dönüşüm oldu asıl orada” diyor Tanyer o yıllardaki kentsel etkilerden bahsederken. 

Tabii diskotekler böyle hızlı türeyince yanlarında bir denetlemeyi de getirmeye başlamışlar. Sonuçta plak eşliğinde dans edilen, sevgililerin, kızlı erkekli arkadaş gruplarının eğlenmek için gittiği yerler oldukları için sık sık ahlak zabıtası tarafından basılmaya başlamış zaman içinde. Özellikle yaşı küçük kızların, erkeklerin gelmesinin önüne geçmek istenmiş. “60’lı yılların Ankara gazetelerini, Ulus Gazetesi’ni, Zafer Gazetesi’ni şöyle bir taradın mı birinci sayfalarında diskoteklere baskın falan filan diye mutlaka haber yapılmıştır o günler” diyor. 

Diskoteklerin kendi tarihinde de keyifli bir anısı var Tanyer’in. O dönem çok müzik dinlemesi, müzikten anlaması, çokça plak biriktirmesi sebebiyle dostlarının davetiyle üç ay gibi kısa bir süreliğine diskoteklerde diskjokeylik de yapmış. O günkü havaya göre dönemin parçalarını çalmaya çalışsalar da “mutlaka 1968’in şarkıları olacak” diye bir kaide yokmuş. Hangi yıldan popüler, sevilen plaklar varsa çalınırmış. “1964’ten, 65’den plaklar da koyardım arada” diyor. Genelde yabancı müzikler çalınırmış bu mekanlarda. Sebebi sadece kalburüstü mekanlar olması değil elbette. O dönem Türkçe Pop bir müzik türü olarak olgunlaşmamış henüz. Tek tük, yeni parçalar varmış ara sıra. Ama bu türün zenginleşmesi, çeşitliliği 1970 sonrasında mümkün olmuş ancak. Cem Karacalar, Fikret Kızıloklar gibi çok sevilen Türk müzisyenler de varmış tabii ama “onlar daha çok Anadolu folkundan beslenerek, dans müziği olmayacak olan bir müzik yapıyorlardı” diyor Tanyer. Dans müziği olarak kullanılabilecek yerli plakların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyormuş. Dario Moreno’nun ünlü 45’liği, Deniz ve Mehtap, Berkant’ın Samanyolu’su ve Tanju Okan’ın Hasret’i hatırladıkları arasında. Birkaç tane 45’lik plağın arasına sıkışmış bu kültür. Hal böyle olunca da daha hızlı, slop ya da fruk gibi dans modalarına uyabilecek yabancı şarkılar daha revaçta olmuş. O dönem gençlerin epey meraklısı olduğu bu danslar da önce İstanbul’a uğrar oradan Ankara’ya taşınırmış. Dönemin gençleri de bu dansları öğrenmeye, öğretmeye epey merak salmışlar bu diskoteklerde. 

Hukuk Fakültesi’nde okuduğu yıllara gelince babasının izinden yolu Ankara’nın Bab-ı Ali’si Rüzgârlı Sokak’a düşmüş Turan Tanyer’in de. Sonradan pek çok anısını biriktirdiği gazetecilik yılları böyle başlamış. Tabii Rüzgârlı Sokak İstanbul ile karşılaştırıldığında epey küçük. Ancak Hürriyet gibi bazı büyük gazetelerin Ankara baskılarından, yalnızca ilan alan naylon gazetelere ve küçük çaplı, 2-3 kişilik yerel Ankara gazetelerine kadar hemen hemen tüm gazetelerin matbaası oradaymış. “Neredeyse bir patron bir sekreterle çıkan gazete vardı” diyor Tanyer o dönemin gazetelerinden bahsederken. Ancak teklif Ankara adını taşıyacak, oranın tabldot gazetesi olmaya aday, iyi bir kadro kurup gerçekten Ankara yayıncılığı yapmaya gönül vermiş bir ekipten. O dönemde İstanbul basını büyük tekel. Başkent de olsa kendi yayıncılığını yapmak epey zor, yerel basın can çekişiyor. 

Ekip işte böyle bir ortamda “Rüzgârlı’da bir devrim yaratmaya” çıkmış yola. Gazeteyi İlhan Çevik’le Mehmet Ali Kışlalı çıkaracakmış, Daily News’un sahibiyle Yankı Dergisi’nin sahibi ortaklaşa. Hıncal’ın abisi Öcal Uluç ise Genel Yayın Müdürü. Zafer Gazetesi’nden istihbarat şefi gelmiş. Can Pulak ise parlamento muhabiri. Hedef İngilizlerin Sun Gazetesi, Akşam Gazetesi gibi tabldot boyutta, 12 sayfalık bir gazete çıkarmak. Özelliği ise sadece Ankara ağırlıklı olması. Dış haberlere kısaca yer verilse de geri kalanı hep Ankara. Sporundan sinemasına varıncaya kadar tamamıyla bir Ankara gazetesi.

Tanyer bir Pazar günü alelacele kararlaştırılmış bir adrese davet edilmiş toplantı için. “Kimseye haber verme ama” diye de eklemişler. Ne yapacağından, nasıl olacağından habersiz gittiği toplantıda Öcal Uluç’un inisiyatifiyle röportaj muhabiri olarak çıkarken bulmuş kendini. O güne kadar hiç röportaj yapmamış olması önemli değil, öğrenmeye kararlı. İşte böyle başlamış basın-yayın yılları. 

Bu dönemde Ankara’nın kültür-sanat hayatının arasına iyice giren Turan Tanyer, Atilla İlhan, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal gibi ünlü isimlerle de tanışma ve dostluk kurma fırsatı da bulmuş. Atilla İlhan’ın da Ankara’ya geliş nedeni bir sanat dergisi çıkarmakmış o yıllarda. Aklında kadro bile şekillenmiş ancak çeşitli sebeplerle hayali gerçekleşmeyince editörlük yapmaya, gelen yapıtları değerlendirmeye başlamış. Bir yandan kendi romanlarını, şiirlerini yazarken bir yandan da Turan Tanyer gibi, kendinden küçük isimlere kol kanat geriyor, referans oluyormuş. Atilla İlhan’ı “Hiçbir edebiyat klanına, çeteye dahil değildir o. Bağımsız bir adamdır. Dostu da vardır, düşmanı da vardır ama düşmanına, arkasından aleyhine konuşana bile yardım etmiş insandır” diye anlatıyor Tanyer. Bu fikir ayrılıklarına rağmen ortaklaşma, tarafsız kalma konusunda bir anısını daha ekliyor ardından:

“(…) O zaman da Atilla Abi Köy Enstitüleri aleyhine çok yazıyor. Bir gün uğradım, bir baktım Fakir Baykurt. Oturmuşlar, ne güzel sohbet ediyorlar aralarında. Ben de bir kenara iliştim. Fakir Bey’in kitaplarını bastırıyordu Atilla Abi. Ama yani bak şimdi, çok ilginç bir şey….” Ağabeylik yapmasına duyduğu minnet hala her halinden belli. “Çok elimden tutmaya çalıştı ama ben hayırsız çıktım” diyor şakayla karışık. “İnsan zaman zaman kendini yoklamalı” diye de ekliyor. “Yeteneğim nereye kadar benim? Ne yazabilirim, nereye kadar yazabilirim?” 

Turan Tanyer’in bu mütevazılığı onu böylesine iyi bir gözlemci, arşivci yapıyor belki de. Tıpkı sinemasever olmayı sinemacı olmanın üstüne koyduğu gibi “edebiyata meraklıydım ama edebiyatçı olamazdım” da diyor. Yeteneğe, kendi dünyana güvenmek, bunda ısrarcı olmak bambaşka bir mesele onun için. 

Bir başka tanışıklığı ise Sevgi Soysal ile. Hem babasının Mümtaz Soysal’ın avukatı olması hem de bir dönem birlikte Politika Gazetesi’nde yazmaları sebebiyle tanışmışlar. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Barış Adlı Çocuk, Yıldırım (Bölge Kadınlar) Koğuşu gibi birçok kitabını da o yıllarda Atilla İlhan basmış. “Pat diye aklına gelen şeyi söyleyen bir kadındı Sevgi.” diyor Tanyer onun için. Hatip meraklılarına hiç tahammülü olmadığından, kültür-sanat etkinliklerini yakından takip ettiğinden, çok iyi yabancı dil konuştuğundan bahsediyor. Bir yandan da hüzünlerden, sürgünlerden, hapislerden… “Çok yoğun bir hayat yaşadı. Kansere yakalanmasını da buna bağlıyorum ben. Çok üzüldü. Çok içine attı…”

Sevgi Soysal ile Fransız Kültür’de gittikleri François Truffaut filmi Jules and Jim’den bahsederken söz yine dönüp dolaşıp sinemaya geliyor. Tanyer’in gazetecilik yıllarında sinemaya olan ilgi ve sevgisi, dönemin filmleriyle ilgili kaleme aldığı yazıların da sayesinde Sinematek Derneği ve Türkiye’nin ilk sinema profesörü Alim Şerif Onaran’la kesiştirmiş yolunu. 1973 yılının Aralık ayında Ankara’nın ilk tüzel kişiliği olarak kurulmuş Sinematek Derneği. Kurucular Heyeti’nin Başkanı ve ilk Genel Başkan, Alim Şerif Onaran. O zamanlar doçent, Basın Yayın Yüksekokulu’nda ve Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde sinema tarihi dersleri anlatıyor, sinema kuramı dersi veriyormuş. İkinci başkan ise Mahmut Tali Öngören. Tanyer’in hatırladığı diğer isimler Özdemir Nutku, Oğuz Onaran,Vecdi Sayar, Rana Cabbar… 6 ay sonraki Olağan Genel Kurul ile yönetime girenlerin arasında ise Salim Şengil var. Turan Tanyer’e Sinematek Derneği’nin sekreterlik işlerini yürütmesi için teklif yapan da Salim Şengil. Dernekten haberdar olur olmaz heyecanla üye olan Tanyer de teklifi heyecanla kabul etmiş tabii ama büyük iş sekreterlik. Tanyer’in deyimiyle “hamallığı işin”. Sinopsisleri, programları hazırla, filmleri getir götür, para bul, para yatır derken teferruatı bol. Baştan hoş gözükse de yükü ağır. Bir yandan da o zamanlar Türkiye’de sinema, televizyon, eğitim ve öğretimin yapıldığı bir okul henüz yokmuş. 

Bu işin doktorasını, doçentliğini yapan tek isim var, o da Alim Şerif Onaran. Turan Tanyer ile arası çok iyiymiş Onaran’ın. Aslen Mülkiye mezunu ancak kaymakamlık, Emniyet Müdürlüğü gibi büyük görevlerde bulunmuş. Birçok yabancı dil bilen, gençlik yıllarından beri sinemaya, dansa ve müziğe pek meraklı, aydın bir entelektüel. Hatta Ankara’daki Tango Dostları’nın da kurucularından. Her Pazar günü Onaran ailesinin evine gidermiş Tanyer, Paris Caddesi’ne. Hem Basın Yayın Yükseokulu’nda hem de kendi evinde muazzam bir kütüphanesi varmış Onaran’ın. “1930’lu yıllardan beri periyodik yayın olarak İtalyan sinema sanatına hakim olan bir yayın olan Bianco Donnero’nun tam koleksiyonu vardı evinde. Her hafta İngiltere’den, British Film Enstitü’den haftalık programlar, aylık dergiler gelirdi. Yönetmen monografileri, sinema tarihleri…” diyerek iştahla anlatıyor o kütüphaneyi Tanyer. Arşivi düzenlemek, o eserlerin içine dalmak en büyük keyiflerinden biri olmuş zaman içinde. Öğlen olduğunda Alim Şerif Onaran’ın eşi Semiha Hanım birbirinden güzel zeytinyağlı Ege yemekleri yapar, beraber yerlermiş. Çay faslının ardından biraz daha çalışır, eve dönermiş.

Yıl 1975. Hoca o zaman Lütfi Akad üzerine yazdığı profesörlük tezine çalışıyormuş. Tanyer de o dönem Basın Yayın Fakültesi’ndeki odasında staj yapar, arşivleri düzenler, neredeyse tüm Türk yönetmenlerin senaryolarının bulunduğu muazzam kütüphaneyi karton dosyalarla ayrıştırırmış. “Yıllarca Merkez Film Kontrol Komisyonu’nda başkanlık yaptığı için çok senaryo da biriktirmişti” diye anlatıyor arşivi. Akad’ın çekim senaryoları, ön senaryolar, sinopsisler, fotoğraflar, birtakım resmi belgeler, özel belgeler. Uzunca bir de sözlü tarih… Tam da o yıllarda Onaran’a önemli bir teklif gelmiş. İzmir’de, Ege Üniversitesi’ndeki Mimarlık Fakültesi büyüyecek. Sinema-Televizyon, Tiyatro ve bir de Müzikoloji eklenecek fakülteye. Müziği kuracak olan Gültekin Orhonsay. Tiyatroyu kuracak olan Özdemir Nutku. Sinema-Televizyon için düşünülen isim de Alim Şerif Bey. Planı Turan Tanyer’i de asistan olarak yanına almak, İzmir’e götürmekmiş aslında. Ancak bu bir türlü mümkün olmamış. Tanyer o teklifi geri çevirme kararını “Babam biraz rahatsızdı. Yani benim büroda iş hacmi çok büyüktü. Bir de Nihal daha okulu bitirmemişti, yani evlenmeye karar vermişiz, daha nişanlı değiliz falan. O da pek gönüllü olmadı” diye anlatıyor. Hal böyle olunca ne lojman, ne maaş ne de doktora fırsatları ikna edememiş Tanyer’i. Geriye dönüp baktığında hala zor bir karar olarak hatırlasa da “iyi ki de gitmemişim” diyor. “İnsan bir şey planlıyor, bir şey düşünüyor ama her zaman da gerçekleşmiyor işte. Karşısına başka gerçekleri çıkıyor hayatın”. Zira ileriki yıllarda babası ağır bir ameliyat geçirmiş, büronun tüm yükü ona kalmış. 

12 Eylül’ün ardından siyasi davalar gelince de işin rengi değişmiş. 1980’li yıllarda artık memuriyet görevine başlamış Tanyer. Geçmiş zamanlara dair kayıplarını telafi etme isteği içinde okumaya, yazmaya ve üretmeye de aslında bu yıllarda sarılmış. Hafızasının izlerini sürebilmek için kent araştırmalarına yönelmiş. Tarihin “t”sini hep küçük harfle yazmış.“Gizlenmiş, saklanmış, itelenmiş, kakalanmış, bir kenara itilmiş, unutturulmuş tarihler bunlar. Asıl tarih budur, insanların tarihleri” diyor izini sürdükleri için. 

Bu doğrultuda yaptığı çalışmaların öne çıkanlarından efsane lokanta Karpiç’e geliyor sohbet. Biz soruyoruz, o yanıtlıyor. “Birkaç müşterisi var Karpiç’in” cümlesini hemen “konuk” kelimesiyle değiştiriyor anlatmaya başlarken. Zira Karpiç’te asla “konuk” denmezmiş gelenlere, mutlaka “misafir” denirmiş. Bu da aslında Karpiç’in terbiye biçimiyle yakından alakalı. Karpiç, restoran işletmeciliğini Rusya’da öğrenmiş. Bu yüzden restorancılık anlayışı, mutfak terbiyesi döneminin denklerine göre çok ötede. Misafirleri çoğunlukla yabancılar, Türk siyasiler… 50’li yıllar itibariyle Posta Caddesi’ndeki yerlerden müdavimler de oraya gelmeye başlamış. Bu alafranga anlayışa göre çok pahalı bir yer de değilmiş aslında. Her keseye hitap edebilecek, çok çeşitli menüleri mevcutmuş. Bir liraya bir tabldot yemek de beş liraya Şatobiryan yemek de mümkünmüş. Birkaç salondan oluştuğu için bu ayrım kolaymış. Pasta salonunda çaylar verilir, nişan yüzükleri takılırmış mesela. Tanyer Karpiç’i anlatırken Ankara’nın mekan tarihine dair önemli de bir cümle kuruyor: “Karpiç’i bir işletmecilik okulu olarak kabul edebilirsin.” 

Karpiç’in kurucusu Karpiç Baba Tanyer 4 yaşındayken, 1953 yılında ölmüş. Daha o yıllarda Ankara’da değilmiş Tanyer ailesi, zaten hatırlamak da pek mümkün değil. Ancak 1963-64 yıllarında, gazinolaştığı dönemden hatırlıyor Turan Tanyer Karpiç’i. Almanya’ya gitmeden hemen önceki yıllardan. Ardından da tamamen kapanmış. Karpiç Baba’nın kız kardeşinin kızı Tamara Hanım bir reklam şirketi kurmuş. Ancak neredeyse 10 yıl işletebilmişler restoranı. Gazinolaştığı o ara dönemde ise orkestraların geldiği dans geceleri olurmuş. Tangolar çalar, insanlar dans edermiş. Sonraki dönemde biraz daha açılmış bu konsept. Şarkıcılar, türkücüler gelmeye başlamış. Ayakta kalabilmek için ödenen borçlar evdeki hesaba uymayınca da kapanmış. Karpiç ekolünü Washington Restoran, Marika Larrisa, Madamın Restoranı gibi mekanlar devam ettirmeye çalışmış bir süre. Hatta bazıları Karpiç’in baş aşçısıyla çalışmış ekolü devam ettirebilmek için ama nafile. Karpiç şu anda birkaç birkaç ilgili yazarın araştırmalarının ötesinde hayatımızda değil.

Turan Tanyer 14 Mayıs 1949’da Kuşadası’nda doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da yaptı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Fakülte öğrenciliği yıllarında, Barış, Yeni Ulus, Ankara, Politika gazetelerinde muhabir olarak çalıştı. Ankara Sinematek Derneği yönetiminde bulundu. Yankı, Özgür İnsan gibi bazı dergilerde sinema yazıları yazdı. Gazeteciliği bıraktıktan sonra bir süre serbest avukatlık yaptı. Daha sonra devlet memuru oldu. Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu’ndan emekliye ayrıldı. Ankara’da yayımlanan Siyah Beyaz ve Günlük Haber gazetelerinde (“Tevfik Doğan” müstearı ile) köşe yazıları yazdı. Bazı incelemeleri Tombak, Koleksiyon gibi popüler dergilerde yayımlandı. Halen avukatlık yapıyor.

 

Cumhuriyet’in Yüzleri | Turan Tanyer | “Karpiç’i bir okul olarak kabul edebilirsin. Bir işletmecilik okulu.”

Video +18 olduğu için Youtube hesabınızdan giriş yaparak izleyebilirsiniz.