Mustafa Dağdelen

“Loş ışıklar insanın içine işledikten sonra çıkışı yok gibi…”

3. bölüm konuğumuz Mustafa Dağdelen. Pavyon kültürünü hem müşteri hem işletmeci olarak yıllarca gözlemleyen Dağdelen, eski bankacılık günlerinden pavyonla tanışmasına, işletmecilikten pavyon anılarına birçok konudan bahsetti.

 

Mustafa Dağdelen kimdir?

İzlemek için

Dinlemek için

Okumak için

Orta Anadolu’da eğlence kültürünün geçmişi genellikle köçeklik geleneğine, oturak âlemlerine, ferfene adı verilen toplantılara dayanmaktadır. Bölgede bulunan başkent Ankara’nın bu geleneklerle bağının koparılması için Cumhuriyet’in ilk döneminden itibaren epey çaba harcandı. Ancak sazlı-sözlü, oyun havalı, içkili bu eğlence kültürünü taşradaki hayattan kazıyıp atmak mümkün olmadı.

Bu eğlenceler tüm kısıtlamalara rağmen ilk önce derme çatma evlerde, bahçelerde, bağlarda devam etti. Daha sonraları Ankara’nın Cebeci, İsmetpaşa, Çankırı Caddesi gibi bölgelerinde bar adı altında konumlandı. 1950’lere kadar daha çok taşralı zenginlerin ve elit kesimin ziyaret ettiği, gece kulüplerine benzeyen bu yapılar daha sonra alt kültürün dinamiği ile şekillenmiş ve kökeni Fransızca olan pavyon ismini almıştır.

Daha önceleri banka çalışanı bir müşteri olarak pavyonlara giden Mustafa Dağdelen, 2010 yılında Ankara’da Roma isimli bir mekânı devralarak bu sektöre giriş yapmış. Roma’dan sonra Palmiye, ZX ve Elhamra gibi birçok mekânı işleten Dağdelen, Türkiye’nin farklı şehirlerindeki birçok pavyonu da ziyaret etme imkânı bulmuş.

Biz de “Cumhuriyet’in Yüzleri: 100 Yılın Rakı Hafızası” projesi kapsamında pavyonları hem müşteri hem işletmeci olarak yıllarca gözlemlemiş Mustafa Dağdelen ile görüştük. Dağdelen, eski bankacılık günlerinden pavyonla tanışmasına, nasıl pavyon işine girdiğinden pavyon anılarına ve pavyon kültürünün yıllar içerisindeki değişimine kadar birçok konudan bahsetti.

Mustafa Dağdelen aslen Ordu, Akkuşlu, ancak ailesinin Ankara’ya göç etmesiyle Güdül ilçesinde doğup büyümüş. Babası Ankara’da yıllarca bankacılık yapmış. Dört kardeş olan Dağdelen, ailenin tek erkek çocuğu olarak büyümüş. Çocukluğunu Hüseyingazi’de, ergenlik ve gençlik çağlarını ise Demetevler’de geçiren Dağdelen, 1991 yılına yani evlenene kadar ailesinin evinde yaşamış. 

Lise yıllarında futbol oynayan Dağdelen bir dönem profesyonel olarak futbola devam etmiş. Ancak askerlik ve meslek hayatına başlama kaygısı nedenleriyle futbolu bırakan Dağdelen askerden sonra hemen baba mesleği olan bankacılığa başlamış. Bankacılık sektöründe çalışırken içkiyle pek arası olmadığı için Ankara’daki eğlence mekânlarını da pek bilmiyormuş. Pavyonla ilk tanışmasının ise gün içinde haber alınamayan bir arkadaşını aramak için gittiğinde olduğunu ifade ediyor. “Ben pavyona ilk kez 1990 yılında gittim. Bir arkadaşımı aramaya gittik. Birlikte çalıştığımız bir arkadaşımızın sürekli paraya ihtiyacı vardı, bu yüzden arkadaşı takip edelim dedik. Gençlik Parkı’nda Tünel diye bir birahane var. Oraya gitmiş. Biz de oraya gittik. Ama ‘Biraz önce çıktı,’ dediler. ‘Nereye gittiğini biliyor musunuz?’ dediğimizde Ulus’ta Santana’ya gitti dediler. Biz de ona bakalım diye oraya gittik. Tabii ki loş ışıkları ilk kez orada gördük. Baktık arkadaşımız orada, bizi de misafir etti. O gün bizim başlangıç günümüz oldu.

Tabii ilk kez arkadaşımız için gittiğimizde çok tedirgindik. Yarım saat, bir saat sonra mekânı polis bastı ama bize yaklaşmayıp çekip gittikten sonra bizde bir rahatlama oldu. Bize gösterilen ilgi alaka birden değişti, polisler bizi aramadığı için bizi de onlardan sandılar ve bizi daha da rahatlattı bu. Gün geçtikçe de tecrübeyle daha rahat olduk. Nelerin döndüğünü, nelerin olup olmadığını daha net anlayabiliyorduk. O yüzden rahattık. Tabii biraz zaman geçtikten sonra bir pavyon değil, iki pavyon, sonra üç-dört pavyon gezmeye başladık. Sabahlara kadar. Ama işimize de her gün gidiyorduk.”

Bankadan arkadaşlarının aslında sık gittiği pavyonlar varmış ancak kendisinden gizlemişler. Arkadaşını ararken pavyonu görüp büyüsüne kapılan Dağdelen, o günden sonra her gün arkadaşlarıyla pavyona gitmeye başlamış. Her gün farklı bir pavyona gidip keşfeden Dağdelen o günleri ve arkadaşlıklarını şöyle anlatıyor: “Şöyle söyleyeyim, atmosferin yüksek olduğu yerlere gidiyorduk. Bunların içerisinde Santana, Roma dışında doksanların başlarında Konak, Yağmur gazinoları vardı. Daha sonra da Yakut, orası daha çok turistlerin, yabancıların geldiği bir yerdi. Buraları gezmeden gitmiyorduk. İşimiz gereği evdekileri ikna etmemiz çok kolaydı. ‘Bankadayız,’ diyorduk. Kimse bilmiyordu. Tabii yıllar sonra öğrendiklerinde çok şaşırmışlardı. Bizden bunu beklemiyorlardı. 

O dönemde bankada maaşlarımız çok iyiydi. Savcı ya da hâkim maaşının iki katı, öğretmen maaşlarının üç katı gibiydi… Ama tabii ki o ortamlara hiçbir zaman maaş yetmezdi. Benim aynı zamanda ticarethanem vardı. Oradaki gelirlerimizle, ailenin gelirleriyle takılabiliyorduk. Şöyle söyleyeyim, maaşınız ancak bir veya iki gün yeterdi. Yirmi sekiz gün takılacak bir insan için altından kalkılamayacak bir olaydı. Arkadaş grubumuz o dönemde çok güzeldi. İş arkadaşlarımız, hattâ bir de imamımız vardı. Bizim dostluğumuz çok güzeldi. O zamanlarda insanlar birbirine çok dostaneydi.”

Mustafa Dağdelen her gün pavyona gitmenin ekonomik olarak imkânsız olduğunu ilk zamanlar keşfetmiş. Mekâna borçlanmanın ise çok riskli bir durum olduğunu bir arkadaşının başına gelen hadiseyle anlamış. “Aramaya gittiğimiz arkadaşla aynı iş yerinde çalışıyoruz. Ayın birinde maaş alıyoruz, ikisinde borç istiyor. Bu arada benim maaşımın yaklaşık iki katı maaş alıyor. Memuriyete başlamadan önce ticaretle uğraştım. Ekonomik durumumuz iyiydi. Arkadaşa borç veriyorum. Maaşı alıyoruz, borcunu veriyor. Tekrar borç istiyor. Rakam biraz daha büyüyor. Pavyonlara borçlandığını, maaşı alınca götürüp oralara dağıttığını, yetmeyip bizden borç aldığını öğrendik. Onu kurtaralım derken havuzun içerisine kendimiz düştük. O para harcamasın, o borçlanmasın diye biz götürmeye başladık. Ve böylelikle arkadaşımızı kurtardık. Hâlâ görüşüyorum. Şu anda Çamlıdere’de bir köyde yaşıyor.  Tabii ki kimsenin aile düzeninin bozulmasını istemedik, istemeyiz de. O yüzden mutluyum.”

Pavyon devralma fikrinin ise yıllar içerisinde oluştuğunu ancak ani bir kararla olduğunu söyleyen Dağdelen, işletmesini aldığı pavyonları ve bu sektörde ilk zamanlardan itibaren nasıl başarılı olduğunu ise şöyle anlatıyor: “Benim ilk mekânım Roma’ydı. Roma’da üç ay kaldık. Müşteri potansiyelinin fazla olmasından dolayı daha büyük bir dükkân olan Rüzgârlı’daki Palmiye’yi almıştık. Daha sonra Kızılay’da üç katlı ZX diye bir işletmeyi komple almıştım. Darbenin olduğu dönemdi. Tadilatlar bitmiş, yeni işletme başlamış… Kızılay’ın tam göbeğinde olduğu için mitingler, yolların kapanması bizi etkiledi. O şekilde 2016 yılında Elhamra’ya işletmeci olarak geçtim.
Gide gele öğrendim. Dikkat ederdim. Şeftir, garsondur, vestiyeridir, kapıcıdır… Bunlarla diyaloglarım çok iyiydi. Böyle bir işe kalkışma planım hiç yokken bir gece olan bende saklı bir olayda aynı mekânı satın aldım. Tabii yapamaz diye düşündüler ama sevdiğim insanları etrafıma toplayıp çok güzel bir kadro yapmıştım. Başladığım ilk günden bıraktığım güne kadar sorunsuz olarak işletmecilik yaptım. İşletmecilerin tamamı temelden yetişiyor. Bulaşıkçılık, komi, garson, şeflik yaparak geliyorlar. Ankara’da daha önce müşteri pozisyonundayken işletmeciliğe geçen ve bu kadar uzun süre çalışan biri olmamıştır.  Bir ay, beş ay gibi kısa süreli yapanlar olmuştur ama bir süre sonra batmıştır. Ama biz uzun yıllar bu işi yaptık.”

Pavyonda iyi bir işletmeci olmanın aynı zamanda iyi bir idareci de olacağı anlamına gelmediğini dile getiren Dağdelen, bu sektörde işletmeciliği iyi yapabilmek için işe hâkim olmanın önemini vurguluyor. Sektöre girdiğinden beri hep başarılı olmasının sırrını ise şöyle ifade ediyor: “Bu işe başladıktan sonra Türkiye’deki gazino, bar vb. konsomatrislerin olduğu mekânların yüzde doksanını gezmişimdir. Hepsinde ortam farklıdır. Kimi yerde masaya dahi gelmez işletmeci. Kimi yerde oturmaz. Kimi yerdeyse oynar, masada sohbet eder… Her mekânın tarzı birbirinden farklı. Bunların hepsini bir kitapçık hâlinde kafama yerleştirdim. Bu da başarıyı getiriyor.”

Türkiye’nin doğusundan batısına her pavyonunu gezip gözlemlemeye çalışan Dağdelen, bu gezilerinde kendisini en çok şaşırtan raconu ise şöyle anlatıyor: “Mesela Van’a gitmiştim gezmek için. Tabii işletmeciyim aynı zamanda. Akşam oldu, hava karardı. Kan durmuyor. Pavyon araştırdık. İki-üç tane pavyon önerdiler. Birine gittik, oturduk. Hiçbir kadın yok görüntüde. Tabii ki kendimizi de ele vermek istemedik, yani Ankara’da işletmeciyiz diye. İçeceğimizi söyledik. Doğrudan hesap istedik. Garson kardeşimiz ‘Niye acele ediyorsunuz? Oturup için, ondan sonra hesap istersiniz,’ falan dedi. Biz yabancı olduğumuzu, hesabı görerek oturacağımızı söyleyince hesabımız geldi. Hesabımızı ödedik. Saat akşam on bir oldu. Dükkânın içerisine kadınlar gelmeye başladı. Sanki askerî düzende, peş peşe geliyorlar… Ortada büyük bir masa var. İki üç masa birleştirilmiş. Konsomatrisler oraya oturdular. Tabii biz normal program izliyoruz, solistler çıkıyor. O sırada konsomatrislerden daha önce yanımda çalışmış ya da Ankara’dan, başka şehirlerden beni tanıyan kişiler, garsonlara, şeflere benim Ankara’da işletmeci olduğumu söylemişler. Garson geldi ‘Beni kandırdın, işletmeciymişsin abi,’ dedi. Sonra patron geldi. İşte ‘Üstadım neden böyle yapıyorsunuz? Hesap neden ödüyorsunuz? Meslektaşız,’ falan dedi. Biz de böylesinin daha uygun olacağını söyledik. Biraz zaman geçti. Güzellik yapalım dedik. Çünkü tanıyanlar masadan selam veriyor. Hiç kimse gelmiyor yanımıza. Garson arkadaşa ‘Kons ne kadar?’ diye sorduk. ‘On lira,’ dedi. O zaman kons Ankara’da elli lira, orada on lira. ‘Bütün hepsine içki ver,’ dedik. Yani ‘Bütün kadınları çağır masaya,’ dedik. ‘Abi, bizim burada masaya gelmez. Onlar orada oturur,’ dedi. Tanıdıklarımızı yanımıza çağıramadıktan sonra ben oraya niye içki göndereyim? Böyle bir anım da var… Bunun gibi çeşitli anılarım vardır. Kapalı sistem vardır. Açık sistem vardır. Ankara’nın dışındaki illere gittiğimde, ‘Ankara’dan eski patron gelmiş,’ diyerek yanımıza gelen, bizi yemeğe götüren konsomatris kardeşlerimiz, çalışanlarımız da olmuştur.”

Mustafa Dağdelen, uzun yıllar müşteri, işletmeci ve müdavim olarak bu sektörün içinde olmasına rağmen 40 yaşına kadar ağzına içki sürmemiş. 40 yaşına geldiğinde bir olaya kızıp hem sigaraya hem içki içmeye başlamış. “O saatten sonra da alkol almaya başladım. Daha sonra da alkolün içine düştüm. (…) Ben on yedi sene hiç alkol almadan, vişne-soda, ballı süt içtim o ortamda. Türkiye’nin her yerinde, her mekânında deneyimim var.” İçki içmediği günlerde gittiği pavyonlarda konsomatrislerin de içki içmediğini komik bir olayla anlamış: “Tabii, onlar içmediğimizi biliyordu. Biz de daha sonra onların da içmediğini, bu işin hilelerini öğrendik. Bir gün bir konsomatris kardeşimiz çok sarhoşmuş gibi, lavaboya gidip gelirken salonun içerisinde sekiz çiziyor. Gelirken de aynı geliyor. ‘Bu ne kadar içmiş,’ diyoruz. Bir de alkol kullanmadığım için ters geliyordu bana. Müşteri yüklü bir hesap ödeyip gittikten sonra birden düzeldiğini gördüm. Tabii bizi de seviyorlardı, kimseye bir zararımız olmadığı için içli dışlı olmuştuk. ‘Yahu sen biraz önce sarhoştun, şimdi nasıl oldu böyle hiçbir şey yokmuş gibisin,’ dedim. Rakı şişesinde suyla sütü karıştırıp numaradan sarhoş oluyorlardı. Yani sarhoş numarası yapıp içmeden hayat sürdükleri de oluyor.”

Pavyonda hesaba itiraz eden veya hesabı ödemeden kaçan müşterinin neredeyse hiç olmadığını ifade eden Dağdelen, hesabı bırakanların ise genellikle müdavim değil de yabancı müşteri olduğunu söylüyor. Bir kere böyle bir olayın bu nedenle başlarına geldiğini anlatıyor: “Palmiye’yi işletiyoruz. Akşam erken başlıyordu bizde iş. Eskiden pavyonlara on birden önce gidildiğinde ortam biraz daha farklıydı. Şimdi oyun havasına döndükten sonra altıda, yedide müşteri geliyor. İyi yer kapmak için daha erken gelenler de var. Saat dokuz gibi on sekiz-yirmili yaşlarda dört genç oturuyordu. Benim de İstanbul’dan gelen misafirlerim var, onlarla ilgileniyorum, karşı karşı localar. Karşıdaki çocuklar dört kişi, bir litrelik rakı söylemişlerdi. Şöyle gözümle baktım. ‘Bu çocuklar bu rakıyı içerse burada kalırlar,’ dedim. Şefi çağırdım. ‘O masanın o içkiyi içemeyeceğini görmeniz lazımdı. Söylediniz mi?’ dedim. ‘Yok abi bize hiçbir şey yapmaz. Daha üstüne içeceğiz biz,’ gibi bir ifade kullandıklarını söyledi. On beş, yirmi dakika sonra kafamı çevirdim. Masada beş tane kadın oturuyor. Sonra sahneye çevirdim. Sahnede oynuyorlar. Konfetiler, şunlar bunlar. Şefi tekrar çağırdım. Misafirlerim var. Kalkamıyorum. İçeri gidip hesaba bakacağım. Bakamıyorum. ‘İçeri git, hesaba bir bak,’ dedim. Toplam yarım saat geçti geçmedi. İki bin lira olmuş hesap. ‘Şefim git, onların bir ön hesabını al,’ dedim. Ön hesap dediğimiz yani para var mı yok mu, kontrol anlamında… Şef geri geldi. ‘Abi, on bin liraya kadar sıkıntı yok. On bin liraya gelince haber ver dediler,’ dedi. Biraz zaman geçti. Hesaba bir baktım, dört buçuk olmuş. Şefe ‘Bak o masa arıza yaparsa başının etini yerim senin. Hesap al,’ dedim. Tekrar gitti, geri geldi şef. ‘Abi, biz başka yere mi gidelim? Paramız var, pulumuz var. Hayırdır biz kaçıcı mıyız, göçücü müyüz diye cevap verdiler, ben de bir şey diyemedim,’ dedi. Tabii misafirler oturuyor hâlâ ama bunlar büyük ihtimalle arıza çıkaracaklar diye düşünüp tekrar kasaya gittim. Hesap beş bin dokuz yüz lira olmuş. Salona geldim, bir kişi oturuyor sadece masada. Ne kadınlar var, ne de diğer üç kişi… Şefe ‘Neredeler?’ diye sordum. ‘Buradalardı abi,’ dedi ama masada bir tanesi oturuyor. ‘Arkadaşların nerede?’ diye sordum masadakine. ‘Abi onlar kaçtılar, beni yalnız bıraktılar,’ dedi. ‘E, sen niye kaçmadın?’ diye sordum. O da ‘Ben başka yerde oturuyorum. Onlar beni davet ettiler, geldim ama beni bırakıp kaçmışlar,’ dedi. Hemen aşağıya indim. Palmiye o zaman ikinci katta. Binanın önüne indim. Bunlar arkadaşlarını kurtarmak için saklanıyor olabilirler diye düşündüm. Şefe ‘Şu köşelere, bina aralarına falan bir bak,’ dedim. Şef bunlardan birini yakalamış, getirmiş. İşte ‘Ben şuyum, ben buyum,’ diyerek asıyor, kesiyor. Şef de iki üç tane tokat vurdu. Şefe hakaret ediyor. Şef ‘Hesabını öde,’ diyor. ‘Benden hesap alamazlar,’ gibi şeyler söylüyor. İki tane de ben vurdum. Masada kalan çocuk yukarıda bekliyor. Gitmiyor da, gariban olduğu belli, çocuğu kandırmışlar. O da pavyonu bilmiyor. Kaçmaya da korkuyor. Dayak yiyeceğim diye düşünmüş, o sırada aşağıda diğer çocuk kendini attı yere. Biz de tekrar yukarı çıkalım dedik. Bunlardan bir şey çıkmayacağı belli diye düşündük… Çocuk bir de polisi aramış. Tabii ekip geldi, işte beni aldılar, şefi aldılar. Gittik karakola. ‘Vurdunuz mu?’ ‘Vurduk, evet. Hesabı ödemiyorlar. Kaçmışlar,’ diye cevap verdik. Adli Tıp’a gönderdiler. Geldi. Alkol var onda, bizde yok. İfadelerimiz alındı. Biz ondan şikâyetçi olduk, o bizden şikâyetçi oldu. Altı bin lira hesapları var. Emniyetten çıkarken ‘Abi bana bir beş lira ver. Ben eve gideyim,’ dedi. Beş kuruşsuz gelmişler. Şefe de üç lira bahşiş vermişler kafadan. Şef de hiç uyanmıyor. Üç lira demir paranın devamının olmadığını anlamıyor. ‘Abi seni göreceğiz,’ diyerek üç lira vermişler. Şef de karakolda söyledi bunu bana, tabii ben de şefe yüklendim bu sefer. Tabii mahkemelik olduk. Mahkemeye gittik, çocuğun babası çocukla birlikte geldi. ‘Abi ne yapıyorsun?’ diye sordu. ‘Bir müşteri sıkıntı yarattı. Onun davasına geldik,’ dedim. ‘Abi şu mu?’ diye birini gösterdi. ‘Evet,’ dedim. ‘O benim oğlan abi. Böyle böyle yapmışlar. Ben bununla baş edemiyorum. Ne ev kaldı, ne araba, ne iş kaldı. Mahvetti beni abi,’ dedi. Çocuğun babası tanıdık çıktı. Duruşmaya girdik. Hâkim ‘Gazinocu değil misiniz?’ dedi. Çocuğa da nasıl olduğunu sordu. ‘Evet biz gittik, yedik, içtik. Hesabımızı ödeyecektik ama bizi dövdükleri için hesabı ödemedik,’ dedi. Hâkim ‘Gazinocu sen hesaptan vazgeç. Bu da avukatın dediği gibi aileyi çok üzmüş. Bu da bir daha gitmesin, bir üç ay ceza verelim,’ dedi ve ona üç ay ceza verdiler, ertelemeli. Bana da ‘Sen de paradan feragat et, dövmeseydiniz ödeyecekmiş,’ dedi.  Böylelikle konu kapandı. Onun dışında öyle büyük bir olayımız olmadı çok şükür.”

Pavyon kültürünün, müşteri olarak gözlemlemeye başladığı günden bugüne birçok değişim yaşadığını ifade eden Dağdelen, eski mekân ve müşteri profilinin kalitesinin çok düştüğünden bahsediyor: “80’lerin sonları, 90’lardaki pavyon kültürüyle şimdiki kültür bir değil. Adı da değişti zaten. Pavyondu, şimdi eğlence merkezi ya da şov deniyor. Fark şu, oyun havasına dönüldü Türkiye’de, Ankara’da… Pavyona gelirken belirli saatler önemliydi, kılık kıyafet önemliydi. Siyah, lacivert takım elbise, beyaz gömlek giyilirdi. Şu anda affedersiniz halı sahaya gidip eşofmanla gelen de var, evden maça gidiyorum deyip şortla gelen ya da pavyona gittiğini söylememek için üstünü değiştirmeyip tarlada çalıştığı kıyafetle gelen de… Kendine zaman yaratmak isteyen insanların gelmesiyle değişti. Mesela 90’lı yıllarda paran da olsa bir pavyona terlikle, mümkün değil, almazlardı. Şimdi adam terlikle de gelse alınıyor. Böyle bir değişim oldu yani.”

1950’lere kadar daha çok taşralı zenginlerin ve elit kesimin ziyaret ettiği, gece kulüplerine benzeyen yapılar daha sonra alt kültürün dinamiği ile şekillenerek kökeni Fransızca olan pavyon ismini aldı. Ankara’da bankacılık sektöründe çalışan Mustafa Dağdelen 1990 yılında pavyon dünyasıyla tanıştı.

Bu kültürün beşiği sayılan Ankara’da birçok pavyonun müşterisi olan Dağdelen, 2010 yılında Roma isimli ilk mekanını devralarak sektöre işletmeci olarak giriş yaptı. Yıllar içerisinde birçok mekan devralan ve bu mekanları başarılı bir şekilde işleten Dağdelen, ekonomik ve özel nedenlerden dolayı pavyon işletmeciliğini bıraktı. Şimdilerde müzik ve televizyon sektöründe prodüktörlük yapmaktadır.

 

Cumhuriyet’in Yüzleri | Mustafa Dağdelen | “Loş ışıklar insanın içine işledikten sonra çıkışı yok gibi…”

Video +18 olduğu için Youtube hesabınızdan giriş yaparak izleyebilirsiniz.